Suna Gelin Destanı – SUNUM
Halk edebiyatının sözlü geleneği ürünlerinden biri olan destanların zaman içerisinde yavaş yavaş geri plana atılması ve bu alanda yeni eserlerin sunulmaması uzun zamandan beri beni kaygılandırıyordu. Gelecek nesillere yeni ve örnek eserler bırakılmalıydı ki bu dala özenen takipçileri olsun. Dolayısıyla “Yâ bismillah!” diyerek ve dahi belki de haddimi aşarak bir destan yazmaya cür’et ettim. Çok şükür hedeflediğim doğrultuda 255.* dörtlükle birlikte sözlerimi, destanımı bitirip son noktayı koymak kısmet oldu. Takdir sizlerindir.
Destanın geçtiği yer ve olaylarda adı geçen kişilerin hemen hemen hepsi gerçektir. Ünür, Çankırı’ya bağlı bir köydür. Yaklaşık 8 yaşıma kadar bu köyde yaşadım. Babam, ablamın (Teslime) ve abimin (Kadir) tahsil hayatları nedeniyle Çankırı’ya tayin olunca benim de köy hayatım belirli bir ölçüde noktalanmıştı. Okul tatillerini iple çeker ve hemen oraya dayımlara, ebeme giderdim. Yaşım küçüktü ama yaşadıklarım büyüktü. O günlerde yaşadıklarım, gördüklerim, duyduklarım; benim, hayatta pek çok şeyin tecrübesini edinmeme vesile oldu. İçinde bulunduğumuz, elimizdeki hazinenin değerini bilmek erdemlerin en yücesi olsa gerek.
Destanda adı geçen “Muallim” babam Zühtü Melan’ dır. Hasanoğlan Köy Enstitüsü’nün ilk mezunlarından biri desem, sanırım daha fazla söze gerek kalmayacaktır. O sadece sınıfta ders veren sıradan bir öğretmen değildi. Marangozdu, fırın ustasıydı. Müzisyendi, öğrencilere ve köy halkına mandolin çalar, türküler söylerdi. Duvar ustası ve marangozdu, yapım aşamasındaki enstitünün duvarlarının örülüşünde ve çatıların kuruluşunda bir işçi gibi nasıl çalıştığını gururla anlatırdı. Müzik hocaları Âşık Veysel, Sivaslı Âşık Ahmet ve Ali İzzet Özkan’dan feyz almış bir şairdi. Kısacası köy enstitüsünden mezun olan her öğretmen gibi pek çok konuda donanımlıydı. Köyde kimin bir çıkmazı olsa hemen ona koşardı… Hâlâ ne zaman köye yolumuz düşse, bizi “Muallimin çocukları gelmiş.” diyerek hürmetle karşılar, onurlandırırlar. Bize gösterilen bu itibarın nedeni ise aşikârdır.
Babam sağlığında şiirlerini yayınlayamadı. Onun şiirlerinden bazılarını destanda kullanarak ruhuna armağan ettim. Umarım hissedecektir. Bana bu tutkuyu aşıladığı için ona ne kadar dua etsem azdır. Yıllar önce yazılan bu şiirler sanki benim bir gün bu destanı yazacağımı bilmişçesine konuyla inanılmaz derecede örtüşüyordu. Ona ait şiirleri, son dizelerinin arkasına bir yıldız (*) koyarak belirtmeye çalıştım ve vefa borcumu bir nebze de olsa ödemek istedim. Hayatta olsaydı yaptığım çok küçük değişikliklerden dolayı eminim beni hoş karşılardı.
“Kör Şakir” dedem, “Teke” lâkaplı pehlivan, amcam “Muzaffer Melan”dır. “Bazi” babamın, adına pek çok şiir yazdığı Alişin kızlarından biri olan anamdır. “Alişgil” Ünür köyünün tam tepesinde (kaş) yer alan bir oba olup ana tarafımın sülâlesidir. “Alişin Sadık (Altaş)” dayım ve eşi (Accının kızı) “Sultan adem” (ablam) hayatımın en güzel çocukluk yıllarında beni, en az kendi evlâtları kadar sevmiş, gözetmiş kişilerdir. “Çolağın Ayşe” aile dostumuz olup anne yarısı gibiydi. Onun evlât sevgisiyle yanan sıcak bağrında büyüdüm. “Hocanın Oğlu” ise köyün erenlerinden biri olan cami hocasının oğluydu. Fakat zihin taşkınlığı onu farklılaştırmıştı. Onu “Saat Onbaşı” diye tanınan başka bir kişinin karakteriyle bütünleştirdim. O da en az onun kadar meczûp ve gizemli biriydi. Böylece onu da anmadan geçmemiş oldum. “Suna” kim mi? Onun kimliği belirsiz. Önemli olan isimler değil, yaşanılan olaylardır. Anadolu’daki kara bahtlı tüm kızların genellemesi diyelim. Belki Emine, belki Zümriye, belki de Rukiye ya da Döndü… Ya “Civan” kim dersiniz? Ne fark eder ki? Şehit düşmüş binlerce vatan evlâdından biri… Ha Sadık, ha Necmettin… Belki de İzzet ya da Hâzım, Asım, Hüseyin… Saymakla bitmez. Bilinen tek şey var ki o bir “Mehmetçik”…
Yaşayanlara Allah’tan sağlıklı uzun ömürler, huzur ve mutluluklar; yitirdiklerim(iz)e de Allah’tan gani gani rahmet; gafletimle ruhlarını incitecek bir sözüm olduysa af diliyorum.
Bu destan artık kalemimden sıyrılmıştır. Umarım ve dilerim ki dillerden dillere söylenip dolaşır, mekâna ve zamana sıkıştırılmadan benimsenerek yeni destanlara da yol açar.
Yârenler diyarı Çankırı ve Ünür nezdinde ülkeme ve milletime selâm olsun. Barış, sağlık, huzur, başarı ve mutluluklar…
* “Neden 255 dörtlük?” sorusunun cevabı destanın son bölümünde bir ilkleme (Fr. akrostiş) sanatı eşliğinde okuyucunun dikkatine ve çözümüne sunulmuştur.
Tahsin MELAN
Not: Bu kitabı, internet üzerinde satış yapan tüm kitap satış sitelerinden edinmek mümkündür. Ya da İLETİŞİM bağlantısından bana ulaşabilirsiniz.